27 Eylül 2017 Çarşamba

Bir Leipzig Taraftarı Gözünden Beşiktaş-Leipzig Maçı ve İstanbul


Dün akşam oynanan maçı İstanbul'da izleme şansı elde eden bir Leipzig taraftarı, kendi forumlarında maça ve şehre dair izlenimlerini paylaşmış. Sevgili arkadaşım Muharrem de bizleri kırmayıp, çeviriyi yaptı. Buradan da tekrar teşekkür etmek istiyorum. Çok kısa sürede metni bize ulaştırdı, sağolsun.

İyi okumalar.

1. Gün: Seyahat

Saat 15'te Leipzig havalimanında buluştuk. Check-in ve güvenlik işlemleri sonrası uçağa binmeyi bekledik ve 17:40'ta İstanbul'a doğru yola çıktık. Pasaport kontrolünden geçtikten sonra Taksim'e gitmek üzere otobüse bindik. Orada bulunan otelimiz stada 500 metre uzaklıktaydı. Otele giriş yaptktan sonra gece saat 12'de bir şeyler atıştırmaya  karar verdik. Her yerde dürüm vardi tabi (etin tadı Almanya'da olduğundan çok daha güzeldi). Yolda karşılaştığımız insanlar çok yardımsever ve samimiydi. Tabi ki konumuz futboldu; fakat sadece Fenerbahçe ve Galatasaray taraftarlarıyla karşılaştık. Maçtan galibiyetle ayrılmamızı dilediler. Otelin barında uyumadan önce bir Efes içtikten sonra saat 02.30 gibi odamıza çekildik ve bizim açımızdan tarihi olacak ertesi günü beklemeye başladık.

2. Gün (maç günü): Şehir turu ve maç

Güzel bir kahvaltıdan sonra şehri gezmek üzere otelden çıktık. Önce Cihangir Cami'ni geçtik, oradan da stada dogru yürüdük. Orada bulunan, iki katlı olan ve bir taraftar olarak beklediğiniz her şeyi bulunduran mağazaya (Kartal Yuvası) uğradık. Ardından sıra Taksim ve İstiklal Caddesi'ne geldi. Burada Galatasaray Store'a da uğradık (4 katlı fakat daha az alan). Galata Kulesi ve köprüsünü geçtikten sonra Şişhane'ye kadar geldik. Zaten buradan da maça kadar dinlenmek üzere otele döndük ki oraya giden yolumuz uzun değildi.



Leipzig taraftarı olduğumuz belli olmasına rağmen hiçbir zaman kötü muameleye maruz kalmadık. Her köşede güzel sohbetlere dahil olduk. Bazıları bizim, çoğu tabi Beşiktaş'ın kazanmasını istedi. Üzerinde Beşiktaş forması bulunanlar bile bize çok iyi davrandı ve selam verdi. Tek bir dakika bile güvenliğimizden şüphe etmedik. Her köşede kediler görmek mümkündü. Özellikle bankaların, dükkanların ve yüksek binaların önünde. Polise gelirsek: Kendimizi güvende hissettik, dikkatli baktığımızda her köşede polislerin veya sivil polislerin olduğunu gördük. Alkol, sigara ve biranın sadece ara sokaklarda bulunan birkaç dükkanda satıldığını gördük.

2. Gün (Maç günü): Maç

Maçı ve skoru herkes gördü zaten, daha fazla detaya inmeye gerek yok. Asıl maçta yaşadıklarımı aktarmak istiyorum. Hala büyülenmiş durumdayım, kulağım çınlıyor. Tüylerimi diken diken eden bir deneyimdi.


Saat 19'da diğer taraftarlarla haberleştiğimiz gibi Taksim'de buluştuk. Saat 19:45'te polis eşliğinde stada yürümeye başladık. Deplasman tribününe vardığımızda bize stada girmesi yasak olan maddelerden bahsettiler. Bozuk para, powerbank, çakmak vs. Alkol ve sigara yasağı da buna dahil. Tam 3 kez kontrol edildik ve bazı taraftarlarda bu maddelere rastlandı. Geri vermemek üzere ellerinden alındı. Bu 3 kontrolü fazla bulanlar için açıklamak gerekirse: Bizim stadımızda yapılan kontroller kadar zayıf değildi, şimdiye kadar sorun olmadı ve umarım bundan sonra da olmaz. Sadece 250 kişi olduğumuz için stada hızlı giriş yapabildik.  Saat 20:10'da tribünde yerimizi aldık. Yemek ve içecek büfeleri mevcuttu, fiyatlar da düz olduğu için bu durum hoşumuza gitti. Kart ile ödeme yoktu, bozuk para da yasak olduğu için 5 ile bölünebilen bir hesap çıkmak zorundaydı ki kağıt para alabilelim. Su sayesinde sorun yaşamadık bu konuda da.

Takımlar sahaya ısınmaya çıktıklarında bizi ve takımı neler beklediğini tahmin etmeye başlamıştık. Zaten ilk yarıyı da özetledi bu durum, çünkü daha önce böyle bir deneyimleri yoktu. Dışarıdan birisine bu gürültüyü nasıl anlatsam? Zor. Önünüzden geçen bir lokomotif düşünün, iletişim bile zor hale geliyor yanınızda bulunan kişiyle. Sadece atmosferi yaşamak icin seyahat etmeye değdi. Sadece bir tribün degil, tribünlerin tamamı tezahüratlara dahildi. Elektrik kesintisinden sonra da telefonlar ile devam edildi, o durumda bile tribünler karşılıklı tezahürat yaptı. Maç biter bitmez stat rejisi müzik çalmaya başladığında ıslıklar yükseldi. Müziği kesmek zorunda kaldı ve taraftar kaldığı yerden devam etti. Aradan birkaç dakika geçti, yine aynısı oldu. Acaba Leipzig'de de mümkün mü bu?



Takımı kutladıktan sonra yavaş yavaş stadı terk etmeye başladılar. Müziğin başlaması ile birlikte Beşiktaş taraftarıyla birbirimizi alkışladık ve veda ettik. Polisin yardımıyla diğer tribünde bulunan Beşiktaş taraftarlarıyla atkılarımızı takas ettik. Maçtan 30 dakika sonra tribünü terk ettik ve polis eskortuyla otele vardık. Otelde maçın özetini izleyip, kendi aramızda analiz ettik, yaşananları idrak etmeye çalıştık. Almanca konuşan Beşiktaş taraftarları ile de sohbet ettik. Bize, bir dahaki sefere Çarşı'ya gitmemizi (tabii formasız) ve orada takılmamızı önerdiler. Yemeklerin ve kalitenin daha iyi olduğunu, bir barda takılıp bira içme imkanlarının daha fazla olduğundan bahsettiler. Bir sonraki sefer için aklımızda bulunduruyoruz; eğer Beşiktaş ile bir daha eşleşirsek.

Şampiyonlar Liginde ilk deplasman maçımız unutulmaz bir anı olarak kalacak. İstanbul çok güzel ve misafirperver bir şehir. Çok güzel tecrübeler edindik ve gelecek deplasmanlar için tecrübe kazandık. Ekim ayında ikinci deplasman maçımız olan Porto'yu iple çekiyoruz şimdiden.

29 Mayıs 2017 Pazartesi

3 Efsane Baba ve 3. Yıldız

Dün akşam 15. şampiyonluğumuzu ilan ettik. Şampiyonluk süreci boyunca yıldız konusu da çokça döndü. Yıldıza anlam yüklemeyenlerdenim. Federasyonun vaktiyle almış olduğu bir karar sadece. Beşiktaş armasını daha değerli hale getiren bir detay değil. Yıldız ya da yıldızların varlığı ile övünme hali nazarımda çokça yersiz hatta.

Şampiyonluktan kısa süre önce sevgili Baba Recep Adanır'ı kaybettik. Onun kaybından beri bu yıldız meselesini kendimce daha başka hale getirdim.

Türk futbolunda 4 tane "Baba" lakaplı oyuncu var. Ne mutlu ki bunların 3 tanesi Beşiktaşlı. Baba Hakkı Yeten, Baba Hüsnü Savman, Baba Recep Adanır.



Baba Hüsnü, Beşiktaş'ın ilk "Baba" lakaplı oyuncusudur. Aynı zamanda milli formayı ilk giyen Beşiktaş futbolcusudur. Henüz 19 yaşındayken Beşiktaş'ın ilk yurt dışı organizasyonuna dahil edilmiş ve Rumenlerin bu oyuncu Türk mü, İtalyan mı sorusunun muhatabı olmuştur. Uzun yıllar Beşiktaş'ın kaptanlığını yapmıştır.

Baba Hakkı, 1931 yılında Beşiktaş'ın maçını izlemeye gitmişken, Şeref Bey'in çabasıyla aynı maçta Beşiktaş armasıyla sahaya çıkar. İleride Siyah-Beyaz'ın efsanesi ve babası olacağından habersiz çıktığı maçta henüz 21 yaşındadır. Bir takım elbise karşılığında Beşiktaş'a transfer olmuştur. Ve bu onun Beşiktaş'tan tüm kariyeri boyunca aldığı tek transfer ücretidir. Nesilden nesile anlatılan yüzlerce hikayenin başrolü, Beşiktaş hocası, başkanı, babası, efsanesi olmuştur.

Baba Recep, 21 yaşında Beşiktaş'a gelip, 9 yıl aralıksız Beşiktaş formasını giymiştir. Beşiktaş'tan ayrıldıktan sonra Kasımpaşa, ardından da Galatasaray'da ter dökmüştür. Galatasaray forması ile Beşiktaş'a karşı ilk kez sahaya çıktığında, Beşiktaş tribünlerini eli kalbinde selamlamıştır. Galatasaray tribünleri önünde ise ayaklarını göstererek, ayaklarım sizin için hizmet edecek; ancak kalbim Beşiktaş'a ait demiştir.

Baba Hüsnü'yü 8 Mart 1945, Baba Hakkı'yı 1989, Baba Recep'i ise 9 gün önce 20 Mayıs 2017'de kaybettik. Babalarımızın hiçbiri olmadan kazandığımız ilk şampiyonluk. 114 yıllık camiamızın bu günlere gelmesinde, Beşiktaş'ı Beşiktaş yapan değerlerin oluşmasında büyük emekleri olan babalarımızın ruhu şad, 3. yıldız 3 babamıza armağan olsun.


6 Nisan 2017 Perşembe

Duhuliye




Duhuliye'den  5 ay önce haberim oldu. O da bu fotoğraf sayesinde. Bunca zamandır nasıl hiç duymamışım derken, etrafımdaki çoğu Beşiktaşlının da bilmediğini öğrendim.

Arapça kökenli bir kelime olan "duhuliye" giriş ücreti demek. 90 yılların başına kadar da İnönü Stadı'nda yerin altında geniş bir kitleye maç izleme imkanı sunmuş. Stadı boydan boya çevreleyen bu tribün, bir nevi siperlikmiş. Haliyle maçı izlemek isteyenler bu derinliğe girdiklerinde gördükleri şey ekseriyetle futbolcuların ayakları olurmuş. Görüş açısı oldukça kısıtlı olan duhuliyenin en büyük ziyaretçisi de tahmin edileceği gibi maç bileti parasını ödemekte zorlanan yoksul halkmış. Diğer tribünler ile kıyaslandığında ciddi bir ücret farkı olurmuş. Parası yetmeyenler, öğrenciler doldururmuş duhuliyeyi. Kimse de şikayet etmez, o daracık alandan gördükleri ile mutlu olurlarmış. Hatta duhuliyede maç izleyenler, futbolcuları kramponlarından, ayaklarından tanırlarmış. Diğer tribünlerde olmayan bir özellik de varmış. Maçı izlemeye kapalı altta başlayıp, numaralı tarafında bitirebilirmişsiniz. O derinlik size az görüş açısı sunarmış, evet; ama zeminden stadı turlama imkanı verirmiş. Öyle ki penaltı olduğunda hangi kale ise herkes koşmaya başlar, penaltının atılacağı kale tarafına hücum edermiş.

Sevgili Metin Tekin'den öğrendiğim kadarıyla sporcular da burada maç izlermiş. Hatta kendisi de defalarca maç izlemiş. Duhuliyeden soyunma odalarına geçiş varmış. Aslında mabedimiz de çok da kıymetli bir alanımız varmış.

5 aydır fotoğrafa o kadar çok baktım ki. Her seferinde de fikrim değişmedi. İnsanlar mutlu gözüküyor. Kendilerine sunulan o daracık alanda mutlu olmayı bilmişler. O anın keyfini sürmüşler. Muhtemelen bir gün yukarıdaki tribünlerden birinde olmayı hayal ederek mutlu olmuşlardır.  Duhuliyeden bakan insanları görünce kendi öğrencilik yıllarım aklıma geldi. İlk sene yurtta kalmıştım. Sınıftan 2 arkadaşım da evde kalıyordu. Onların evi de zemin kattaydı. Aynı duhuliye gibi. Pencereyi açtığımız zaman yoldan geçen insanların ayaklarını görürdük. Hayatımda o evden daha soğuk başka bir evde kalmadım. Salondaki sobayı yaktığımız günlerde bile ısınmazdı. Diğer odaların kapısını açalım da ısı oraya da gitsin demek yersizdi. Çünkü sobanın yanında bile ısınmak zordu. Terliksiz dolaşmak mı? Asla! Olur da öyle artistlik yaparsanız, birkaç saniye sonra yerde çivi varmış gibi zıplardınız. Rutubetin alası vardı. Bazen dalga geçerdik, ya pencereyi açın da sıcak hava girsin diye. Öyle berbat bir evdi. Ama seviyorduk orayı. Tüm o soğukluğa rağmen seviyorduk. Yurt açısından şanslıydım. Isınma sorunu da yoktu, sıcak su da hep olurdu. Ama o evde olmak daha güzeldi. Beraberdik, birlikte yiyip, içiyorduk. O soğuk evdeki en sıcak şey bizim sohbetimiz, hayallerimizdi. Milenyum diyerek, abartılarak beklenen 2000 yılına da o evde girdim. Aynı duhuliye gibiydi. Mutluyduk. Tüm eksiklere rağmen mutluyduk ve bunun tadını çıkarıyorduk.



Kısıtlı imkanlar ile mutlu olmayı, olandan keyif almayı niye taktım bu kadar kafama? Şimdilerde yeni bir stadımız var. Henüz passo saçmalığı yüzünden içeri girememiş olsam da girenlerin anlattığı hep çok güzel, konforlu olduğuna dair. Stadın içine giriş, çıkış, görüş açısı, zemin harika. Sahadaki takım desen muhteşem. Ancak tuhaf şekilde sahada işler biraz yolunda gitmesin homurtular yükseliyor. Bunu tv başından duyabildiğim gibi statta olanlar da onaylıyor. Hemen bir mutsuzluk, hemen bir şikayet hali. Kendi evinize gönül rahatlığı ile giriyorsunuz ama burada sonsuz bir mutluluk yaşamak yerine kısa tatsızlıkları devmiş gibi yaşıyorsunuz. Elinizdekinin kıymetini bilmiyorsunuz. Sizinki de iyi lüks valla:)

Benim gibi henüz içeri girememiş olanların duhuliyesi de televizyon bu aralar. Kamera nereyi gösterirse, orayı görüyoruz. Henüz hiçbirimiz topsuz alanı izleyemedik. İçeri girip, çimlerle göz göze gelip, tüm stadı gözlerimizle turlamadık. Atılan gollerde tanımadığımız insanlara sarılmayalı çok oldu. Kaçırdığımız canlı gollerin haddi hesabı yok. Gol sevinçlerinden mahrumuz. Eve dönemedik ama evden de vazgeçmedik. Kendi duhuliyemizde bir gün tekrar orada olmanın hayali ve umudu ile mutlu oluyoruz.  Çünkü Beşiktaş, sen her şeye değersin.

Not: Duhuliye fotoğrafı Hikmet Ildız'a aittir.