5 Nisan 2020 Pazar

İyi ki Doğdun Büyük Başkan! (Metin Tekin Efsane Başkan Süleyman Seba'yı Anlatıyor)


Sarı Fırtına Metin Tekin, efsane başkanın doğum gününde onu anıları ile yad ediyor. Seneler evvel dediği gibi "Efsane, yıllar aşıp yüzyıl öteye geçebilmektir. Bir çocuktur sizi yıllar öncesine götüren ya da efsaneleştiren" Çocukluğumuzun, gençliğimizin en büyük başkanına saygıyla, minnetle...




"Herkesi bir zaman için aldatabilirsiniz. Bazı kişileri her zaman aldatabilirsiniz ama herkesi her zaman aldatamazsınız. Ben kimseyi hayatım boyunca aldatmadım!"

Onursal Başkanımız Süleyman Seba'yı 94. doğum gününde saygıyla anıyoruz.


27 Eylül 2017 Çarşamba

Bir Leipzig Taraftarı Gözünden Beşiktaş-Leipzig Maçı ve İstanbul


Dün akşam oynanan maçı İstanbul'da izleme şansı elde eden bir Leipzig taraftarı, kendi forumlarında maça ve şehre dair izlenimlerini paylaşmış. Sevgili arkadaşım Muharrem de bizleri kırmayıp, çeviriyi yaptı. Buradan da tekrar teşekkür etmek istiyorum. Çok kısa sürede metni bize ulaştırdı, sağolsun.

İyi okumalar.

1. Gün: Seyahat

Saat 15'te Leipzig havalimanında buluştuk. Check-in ve güvenlik işlemleri sonrası uçağa binmeyi bekledik ve 17:40'ta İstanbul'a doğru yola çıktık. Pasaport kontrolünden geçtikten sonra Taksim'e gitmek üzere otobüse bindik. Orada bulunan otelimiz stada 500 metre uzaklıktaydı. Otele giriş yaptktan sonra gece saat 12'de bir şeyler atıştırmaya  karar verdik. Her yerde dürüm vardi tabi (etin tadı Almanya'da olduğundan çok daha güzeldi). Yolda karşılaştığımız insanlar çok yardımsever ve samimiydi. Tabi ki konumuz futboldu; fakat sadece Fenerbahçe ve Galatasaray taraftarlarıyla karşılaştık. Maçtan galibiyetle ayrılmamızı dilediler. Otelin barında uyumadan önce bir Efes içtikten sonra saat 02.30 gibi odamıza çekildik ve bizim açımızdan tarihi olacak ertesi günü beklemeye başladık.

2. Gün (maç günü): Şehir turu ve maç

Güzel bir kahvaltıdan sonra şehri gezmek üzere otelden çıktık. Önce Cihangir Cami'ni geçtik, oradan da stada dogru yürüdük. Orada bulunan, iki katlı olan ve bir taraftar olarak beklediğiniz her şeyi bulunduran mağazaya (Kartal Yuvası) uğradık. Ardından sıra Taksim ve İstiklal Caddesi'ne geldi. Burada Galatasaray Store'a da uğradık (4 katlı fakat daha az alan). Galata Kulesi ve köprüsünü geçtikten sonra Şişhane'ye kadar geldik. Zaten buradan da maça kadar dinlenmek üzere otele döndük ki oraya giden yolumuz uzun değildi.



Leipzig taraftarı olduğumuz belli olmasına rağmen hiçbir zaman kötü muameleye maruz kalmadık. Her köşede güzel sohbetlere dahil olduk. Bazıları bizim, çoğu tabi Beşiktaş'ın kazanmasını istedi. Üzerinde Beşiktaş forması bulunanlar bile bize çok iyi davrandı ve selam verdi. Tek bir dakika bile güvenliğimizden şüphe etmedik. Her köşede kediler görmek mümkündü. Özellikle bankaların, dükkanların ve yüksek binaların önünde. Polise gelirsek: Kendimizi güvende hissettik, dikkatli baktığımızda her köşede polislerin veya sivil polislerin olduğunu gördük. Alkol, sigara ve biranın sadece ara sokaklarda bulunan birkaç dükkanda satıldığını gördük.

2. Gün (Maç günü): Maç

Maçı ve skoru herkes gördü zaten, daha fazla detaya inmeye gerek yok. Asıl maçta yaşadıklarımı aktarmak istiyorum. Hala büyülenmiş durumdayım, kulağım çınlıyor. Tüylerimi diken diken eden bir deneyimdi.


Saat 19'da diğer taraftarlarla haberleştiğimiz gibi Taksim'de buluştuk. Saat 19:45'te polis eşliğinde stada yürümeye başladık. Deplasman tribününe vardığımızda bize stada girmesi yasak olan maddelerden bahsettiler. Bozuk para, powerbank, çakmak vs. Alkol ve sigara yasağı da buna dahil. Tam 3 kez kontrol edildik ve bazı taraftarlarda bu maddelere rastlandı. Geri vermemek üzere ellerinden alındı. Bu 3 kontrolü fazla bulanlar için açıklamak gerekirse: Bizim stadımızda yapılan kontroller kadar zayıf değildi, şimdiye kadar sorun olmadı ve umarım bundan sonra da olmaz. Sadece 250 kişi olduğumuz için stada hızlı giriş yapabildik.  Saat 20:10'da tribünde yerimizi aldık. Yemek ve içecek büfeleri mevcuttu, fiyatlar da düz olduğu için bu durum hoşumuza gitti. Kart ile ödeme yoktu, bozuk para da yasak olduğu için 5 ile bölünebilen bir hesap çıkmak zorundaydı ki kağıt para alabilelim. Su sayesinde sorun yaşamadık bu konuda da.

Takımlar sahaya ısınmaya çıktıklarında bizi ve takımı neler beklediğini tahmin etmeye başlamıştık. Zaten ilk yarıyı da özetledi bu durum, çünkü daha önce böyle bir deneyimleri yoktu. Dışarıdan birisine bu gürültüyü nasıl anlatsam? Zor. Önünüzden geçen bir lokomotif düşünün, iletişim bile zor hale geliyor yanınızda bulunan kişiyle. Sadece atmosferi yaşamak icin seyahat etmeye değdi. Sadece bir tribün degil, tribünlerin tamamı tezahüratlara dahildi. Elektrik kesintisinden sonra da telefonlar ile devam edildi, o durumda bile tribünler karşılıklı tezahürat yaptı. Maç biter bitmez stat rejisi müzik çalmaya başladığında ıslıklar yükseldi. Müziği kesmek zorunda kaldı ve taraftar kaldığı yerden devam etti. Aradan birkaç dakika geçti, yine aynısı oldu. Acaba Leipzig'de de mümkün mü bu?



Takımı kutladıktan sonra yavaş yavaş stadı terk etmeye başladılar. Müziğin başlaması ile birlikte Beşiktaş taraftarıyla birbirimizi alkışladık ve veda ettik. Polisin yardımıyla diğer tribünde bulunan Beşiktaş taraftarlarıyla atkılarımızı takas ettik. Maçtan 30 dakika sonra tribünü terk ettik ve polis eskortuyla otele vardık. Otelde maçın özetini izleyip, kendi aramızda analiz ettik, yaşananları idrak etmeye çalıştık. Almanca konuşan Beşiktaş taraftarları ile de sohbet ettik. Bize, bir dahaki sefere Çarşı'ya gitmemizi (tabii formasız) ve orada takılmamızı önerdiler. Yemeklerin ve kalitenin daha iyi olduğunu, bir barda takılıp bira içme imkanlarının daha fazla olduğundan bahsettiler. Bir sonraki sefer için aklımızda bulunduruyoruz; eğer Beşiktaş ile bir daha eşleşirsek.

Şampiyonlar Liginde ilk deplasman maçımız unutulmaz bir anı olarak kalacak. İstanbul çok güzel ve misafirperver bir şehir. Çok güzel tecrübeler edindik ve gelecek deplasmanlar için tecrübe kazandık. Ekim ayında ikinci deplasman maçımız olan Porto'yu iple çekiyoruz şimdiden.

29 Mayıs 2017 Pazartesi

3 Efsane Baba ve 3. Yıldız

Dün akşam 15. şampiyonluğumuzu ilan ettik. Şampiyonluk süreci boyunca yıldız konusu da çokça döndü. Yıldıza anlam yüklemeyenlerdenim. Federasyonun vaktiyle almış olduğu bir karar sadece. Beşiktaş armasını daha değerli hale getiren bir detay değil. Yıldız ya da yıldızların varlığı ile övünme hali nazarımda çokça yersiz hatta.

Şampiyonluktan kısa süre önce sevgili Baba Recep Adanır'ı kaybettik. Onun kaybından beri bu yıldız meselesini kendimce daha başka hale getirdim.

Türk futbolunda 4 tane "Baba" lakaplı oyuncu var. Ne mutlu ki bunların 3 tanesi Beşiktaşlı. Baba Hakkı Yeten, Baba Hüsnü Savman, Baba Recep Adanır.



Baba Hüsnü, Beşiktaş'ın ilk "Baba" lakaplı oyuncusudur. Aynı zamanda milli formayı ilk giyen Beşiktaş futbolcusudur. Henüz 19 yaşındayken Beşiktaş'ın ilk yurt dışı organizasyonuna dahil edilmiş ve Rumenlerin bu oyuncu Türk mü, İtalyan mı sorusunun muhatabı olmuştur. Uzun yıllar Beşiktaş'ın kaptanlığını yapmıştır.

Baba Hakkı, 1931 yılında Beşiktaş'ın maçını izlemeye gitmişken, Şeref Bey'in çabasıyla aynı maçta Beşiktaş armasıyla sahaya çıkar. İleride Siyah-Beyaz'ın efsanesi ve babası olacağından habersiz çıktığı maçta henüz 21 yaşındadır. Bir takım elbise karşılığında Beşiktaş'a transfer olmuştur. Ve bu onun Beşiktaş'tan tüm kariyeri boyunca aldığı tek transfer ücretidir. Nesilden nesile anlatılan yüzlerce hikayenin başrolü, Beşiktaş hocası, başkanı, babası, efsanesi olmuştur.

Baba Recep, 21 yaşında Beşiktaş'a gelip, 9 yıl aralıksız Beşiktaş formasını giymiştir. Beşiktaş'tan ayrıldıktan sonra Kasımpaşa, ardından da Galatasaray'da ter dökmüştür. Galatasaray forması ile Beşiktaş'a karşı ilk kez sahaya çıktığında, Beşiktaş tribünlerini eli kalbinde selamlamıştır. Galatasaray tribünleri önünde ise ayaklarını göstererek, ayaklarım sizin için hizmet edecek; ancak kalbim Beşiktaş'a ait demiştir.

Baba Hüsnü'yü 8 Mart 1945, Baba Hakkı'yı 1989, Baba Recep'i ise 9 gün önce 20 Mayıs 2017'de kaybettik. Babalarımızın hiçbiri olmadan kazandığımız ilk şampiyonluk. 114 yıllık camiamızın bu günlere gelmesinde, Beşiktaş'ı Beşiktaş yapan değerlerin oluşmasında büyük emekleri olan babalarımızın ruhu şad, 3. yıldız 3 babamıza armağan olsun.


6 Nisan 2017 Perşembe

Duhuliye




Duhuliye'den  5 ay önce haberim oldu. O da bu fotoğraf sayesinde. Bunca zamandır nasıl hiç duymamışım derken, etrafımdaki çoğu Beşiktaşlının da bilmediğini öğrendim.

Arapça kökenli bir kelime olan "duhuliye" giriş ücreti demek. 90 yılların başına kadar da İnönü Stadı'nda yerin altında geniş bir kitleye maç izleme imkanı sunmuş. Stadı boydan boya çevreleyen bu tribün, bir nevi siperlikmiş. Haliyle maçı izlemek isteyenler bu derinliğe girdiklerinde gördükleri şey ekseriyetle futbolcuların ayakları olurmuş. Görüş açısı oldukça kısıtlı olan duhuliyenin en büyük ziyaretçisi de tahmin edileceği gibi maç bileti parasını ödemekte zorlanan yoksul halkmış. Diğer tribünler ile kıyaslandığında ciddi bir ücret farkı olurmuş. Parası yetmeyenler, öğrenciler doldururmuş duhuliyeyi. Kimse de şikayet etmez, o daracık alandan gördükleri ile mutlu olurlarmış. Hatta duhuliyede maç izleyenler, futbolcuları kramponlarından, ayaklarından tanırlarmış. Diğer tribünlerde olmayan bir özellik de varmış. Maçı izlemeye kapalı altta başlayıp, numaralı tarafında bitirebilirmişsiniz. O derinlik size az görüş açısı sunarmış, evet; ama zeminden stadı turlama imkanı verirmiş. Öyle ki penaltı olduğunda hangi kale ise herkes koşmaya başlar, penaltının atılacağı kale tarafına hücum edermiş.

Sevgili Metin Tekin'den öğrendiğim kadarıyla sporcular da burada maç izlermiş. Hatta kendisi de defalarca maç izlemiş. Duhuliyeden soyunma odalarına geçiş varmış. Aslında mabedimiz de çok da kıymetli bir alanımız varmış.

5 aydır fotoğrafa o kadar çok baktım ki. Her seferinde de fikrim değişmedi. İnsanlar mutlu gözüküyor. Kendilerine sunulan o daracık alanda mutlu olmayı bilmişler. O anın keyfini sürmüşler. Muhtemelen bir gün yukarıdaki tribünlerden birinde olmayı hayal ederek mutlu olmuşlardır.  Duhuliyeden bakan insanları görünce kendi öğrencilik yıllarım aklıma geldi. İlk sene yurtta kalmıştım. Sınıftan 2 arkadaşım da evde kalıyordu. Onların evi de zemin kattaydı. Aynı duhuliye gibi. Pencereyi açtığımız zaman yoldan geçen insanların ayaklarını görürdük. Hayatımda o evden daha soğuk başka bir evde kalmadım. Salondaki sobayı yaktığımız günlerde bile ısınmazdı. Diğer odaların kapısını açalım da ısı oraya da gitsin demek yersizdi. Çünkü sobanın yanında bile ısınmak zordu. Terliksiz dolaşmak mı? Asla! Olur da öyle artistlik yaparsanız, birkaç saniye sonra yerde çivi varmış gibi zıplardınız. Rutubetin alası vardı. Bazen dalga geçerdik, ya pencereyi açın da sıcak hava girsin diye. Öyle berbat bir evdi. Ama seviyorduk orayı. Tüm o soğukluğa rağmen seviyorduk. Yurt açısından şanslıydım. Isınma sorunu da yoktu, sıcak su da hep olurdu. Ama o evde olmak daha güzeldi. Beraberdik, birlikte yiyip, içiyorduk. O soğuk evdeki en sıcak şey bizim sohbetimiz, hayallerimizdi. Milenyum diyerek, abartılarak beklenen 2000 yılına da o evde girdim. Aynı duhuliye gibiydi. Mutluyduk. Tüm eksiklere rağmen mutluyduk ve bunun tadını çıkarıyorduk.



Kısıtlı imkanlar ile mutlu olmayı, olandan keyif almayı niye taktım bu kadar kafama? Şimdilerde yeni bir stadımız var. Henüz passo saçmalığı yüzünden içeri girememiş olsam da girenlerin anlattığı hep çok güzel, konforlu olduğuna dair. Stadın içine giriş, çıkış, görüş açısı, zemin harika. Sahadaki takım desen muhteşem. Ancak tuhaf şekilde sahada işler biraz yolunda gitmesin homurtular yükseliyor. Bunu tv başından duyabildiğim gibi statta olanlar da onaylıyor. Hemen bir mutsuzluk, hemen bir şikayet hali. Kendi evinize gönül rahatlığı ile giriyorsunuz ama burada sonsuz bir mutluluk yaşamak yerine kısa tatsızlıkları devmiş gibi yaşıyorsunuz. Elinizdekinin kıymetini bilmiyorsunuz. Sizinki de iyi lüks valla:)

Benim gibi henüz içeri girememiş olanların duhuliyesi de televizyon bu aralar. Kamera nereyi gösterirse, orayı görüyoruz. Henüz hiçbirimiz topsuz alanı izleyemedik. İçeri girip, çimlerle göz göze gelip, tüm stadı gözlerimizle turlamadık. Atılan gollerde tanımadığımız insanlara sarılmayalı çok oldu. Kaçırdığımız canlı gollerin haddi hesabı yok. Gol sevinçlerinden mahrumuz. Eve dönemedik ama evden de vazgeçmedik. Kendi duhuliyemizde bir gün tekrar orada olmanın hayali ve umudu ile mutlu oluyoruz.  Çünkü Beşiktaş, sen her şeye değersin.

Not: Duhuliye fotoğrafı Hikmet Ildız'a aittir.

8 Mayıs 2016 Pazar

İyi ki Doğdun Sarı Fırtına



Beşiktaş formasıyla
351 lig maçında 78  gol
56 Türkiye Kupası'nda 11 gol
29 Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, TSYD, Donanma kupalarında 13 gol
23 Avrupa maçlarında 6 gol
Toplamda 34108 dakika ile kazanılan 5 lig, 3 Türkiye Kupası, 5 TSYD, 2 Cumhurbaşkanlığı ve 1 Donanma Kupası

Doğum günün kutlu olsun tek efsane Beşiktaş'ın "Sarı Fırtına"sı.

12 Nisan 2016 Salı

Eve Dönemeyenlerin Hikayesi



Bu da bizim hikayemiz, eve dönemeyenlerin hikayesi. 

Not: Büyük emeği için Recep'e sonsuz teşekkürler.

1947 - 2016


23/11/1947
Beşiktaş - AIK Stockholm (2-3)
Süleyman Seba
*
11/04/2016
Beşiktaş - Bursaspor (3-2)
Mario Gomez



 

9 Nisan 2016 Cumartesi

Geleceğin Sol Açığı



"Oğlumu özgür bırakacağız seçim konusunda. 
İster Beşiktaş'ı seçer, ister Kara Kartal'ı seçer, 
ister Siyah-Beyaz'ı, ister çArşı'yı."

5 Nisan 2016 Salı

Süleyman Seba 90 Yaşında



Süleyman, bir yandan Kabataş Erkek Lisesi futbol takımında bir yandan da Beşiktaş genç takımında top koşturuyordu. Eve pestili çıkmış, ölesiye yorgun geliyor, yatağa sürünerek gidiyordu. Ders­ler aksamaya başlamıştı. Hocalarının hoşgörüsü ve arkadaşlarının çalıştırdığı derslerle açığım kapatmaya çalışıyor, babasına mah­cup olmamak için elinden geleni yapıyordu. Aynı zamanda okul arkadaşı olan Mesut Arda, Süleyman’ın hiç ikmale kalmadığını anlıyordu. "Beş al geç” talebesiydi.

Genç takımda sadece futbolu İle değil, efendiliği ve uyum­lu kişiliği ile takdir topluyordu. Lisedeki takım arkadaşlarından Nazım Özbay ile genç takımda da beraberdi. “Lawton” lakaplı santrafor Suphi Ural ile Kabataş’ın gol makinesi oluvermişlerdi. Üç arkadaş bir araya geldiğinde, beraber A takımda oynayacakla­rı günün hayalini kuruyordu.

Ancak bir sabah, Lawton Suphi geldiğinde ikisini bir kenara çekti. Fenerbahçe ye gidiyorum’ dedi. Süleyman ve Nazım sev­gili arkadaşları için sevinmişti. Fenerbahçe de güzide bir kulüp­tü. Nazım, " genç takımına mı” diye sorduğunda, aldıkları yanıt daha da mutlu etmişti. A takımına santrafor olarak gidiyordu. Birbirlerinden ayrılacakları için üzgün ama bir hayali gerçek kıl­manın heyecanı ile beraberce kutlama yaptılar.

Aslında tarihi bir dönemdi. 1936’da “öğrencilerin spor kulüplerine üye olması yasaklanmış, o nedenle de futbol kulüpleri öz kaynak düzeninde sıkıntıya girmişti. Beşiktaş ise, yasağa rağ­men genç takımını korumayı tercih ermişti. Bu yasağın 1943’ten itibaren kaldırılması ile birlikte futbol kulüpleri, özellikle lise futbol takımlarını mercek altına almış ve eksiklerini bu mecra­dan tamamlamak İstemişti. Kabataş’ın santraforu da listenin ilk sırasındaydı.

Ama Süleyman’ın aklının ucundan başka takımda oynamak geçmiyordu. O “Beşiktaş’ın çocuğuydu. Öyle de kalmak istiyor­du. Beşiktaş genç takımına seçilmesinin üzerinden henüz bir yıl geçmeden takımın kaptanlığını üstlendi. Takım arkadaşı Nazım Özbay, ona “hadi bakalım Süleyman, uzun bir yolculuğa başlıyorsun. Beşiktaş’ın genç takım kaptanlığı sadece bir başlangıçtır. Dansı A takımının başına dediğinde genç Süleyman, mahcubi­yetle başım öne eğmiş ve sadece “bu şeref bana yeter” demişti.

Büyükleri ona güveniyor, o da bu güveni boşa çıkarmıyordu. Şimdi, takım kaptanı olması nedeniyle bambaşka sorumluluklar da yüklemişti. Geceleri, uykusuz derslerine çalışıyordu. “Beşiktaş genç takım kaptanı sınıfta kaldı dedirtmemeliydi. Arkadaşlarına örnek olmak için çaba gösteriyor, giyimine ve konuşmasına ona göre hassasiyet gösteriyordu. Arkadaşlarıyla geliştirdiği dostluk ortamı, takımın başarısına da yansımıştı. Bir defasında, tüm takı­mı evinde ağırlamış ve annesi Nazlı Hanım, hepsine Çerkeş tavu­ğu ikram etmişti. O yıl, Beşiktaş genç takımı İstanbul şampiyonu oldu. Süleyman, şampiyonluk kupasını kaldırdığında, başarıya aç ve inançlı o gencin tutkusunu Beşiktaş yöneticileri de fark etmişti. Hayırla yad edilen yıllardı. Beşiktaş, Ortaköy arasında sadece iki kahvehane vardı. Bir tanesinde yöneticiler oturur soh­bet ederdi. Oyuncular, o kahvehaneye girmek bir yana önünden geçerken bile kılığına kıyafetine dikkat etmek zorundaydı.

Süleyman Seba, üç yıl Beşiktaş genç takımında oynadı. Genç takımda onu en çok öne çıkaran olay, Fenerbahçe genç takımı ile yapılan maçlarda rakibin âdeta “belâlısı’ na dönüşmesiydi. Sü­leyman, bu maçlarda Fenerbahçe’ye tam 7 gol attı. Ezeli rakibe attığı bu goller nedeniyle yıldızı parlamış, konuşulur olmuştu.

Kabataş’ı bitirdiğinde bir kez daha yol ayrımındaydı. Babası bir kez daha suskunlukla tercihini yapmasını bekledi. Süleyman kendi deyişiyle “el pençe divan durduğum babamın dediklerini sadece futbol için yapmadım” diyecekti. Tercihini bir kez daha Beşiktaş’tan yana kullandı. Ancak, babasının da dileğini ger­çekleştirmek için şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi’nin Fransız Filolojisi bölümüne kaydını yaptırdı. Henüz ortaokul yılların­dayken hayallerini, Deniz harp Okulunda okumak ve o bem­beyaz üniformasıyla çakı gibi bir denizci subayı olmak süslerdi. Ama futbol yaşamını kökten değiştirmiş, hiç bir sevgi ve hayal Beşiktaş’ın ötesine geçememişti.


 1945 yılında A takım ile antrenmanlara çıkmaya başladı, ilk antrenmana başladığında ayak ölçüsü alındı. O yıllarda takımın futbolcuya en önemli katkısı, verilen krampondu. Bu kramponu da oyuncunun ayak ölçülerine uygun biçimde, bir Rum ayakkabıcı tarafından imal edilirdi. Süleyman Ölçüyü verdikten sonra Hakkı Kaptanın onu yanma çağırdığım gördü. Hakkı Kaptan, bu “kendi kumaşından” genci çok sevmiş, Özel olarak antrenmanlarda onunla ilgilenmeye başlamıştı. Kıvrak, çalımcı ve inatçı karakteriyle ideal bir topçu bulduğunun bilincindeydi. Süleyman gözünü formaya dikmişti. A takımı oyuncularından Ethem Karpat, bu hırslı ve gözü pek genci beğeniyle takip edi­yordu. Özellikle, attığı çalımlarla Karpac’ın takdirini kazanmıştı. Takımda, Hakkı Kaptan gibi karizmatik bir liderden çok şey öğ­rendi. Hepsi Hakkı Kaptan a saygıda kusur etmezdi. O ve takı­mın ağabeyleri antrenman sonrası duşa girdiğinde -ki, sadece iki taneydi- diğerleri saygıda kusur etmemek için dışarıda beklerdi.

Bir defasında, takımın genç oyuncuları hevesle Kristal Gazinosu na gitmeye karar verdi. O yıllarda Kristal Gazinosu bugün Tarlabaşı Bulvarının bulunduğu yerde, anıta nazır daire yayı şeklinde bir yapıydı. Döneminin en önde gelen Türk Sanat Musikisi sanatçıları, bu gazinoda sahne alırdı. Safîye Ayla, Ha­miyet Yüceses ve Müzeyyen Senar bu gazinonun sanatçıları ara­sındaydı. Süleyman da arkadaşlarıyla gazinoda felekten bir gün çalmaya karar vermişti.

Gazinodan içeri girdiklerinde garsonlar Beşiktaş’ın genç ye­teneklerini hemen tanıdı. Hevesle “Hakkı Kaptan ve diğerleri de burada. Masayı büyültelim siz de öne geçin” diyerek hareket­lendi. Süleyman ve arkadaşları birbirlerine bakarak kalakalmış». İçlerinden biri bizim Hakkı Kaptan mı? Başka kim var?” diye sordu. Beşiktaş’ın bütün “ağabeyleri” ön masadaydı. Çekinerek kendi aralarında “girsek mi” tartışmasından sonra garsona “bize arkalarda bir masa verin” dediler. Eğlencenin de adabı vardı. Ka­çamak bakışlarla ağabeylerden yana bakarak, keyifle Hamiyet Yüceses’i dinlediler. Gecenin sonuna doğru hesabı istediklerinde, garson “ödendi” dedi. Hakkı Kaptan arkada oturan kardeşlerin­den haberdar olmuş, hesabı kapatmıştı

 ***** 

Hakkı Kaptan, henüz Kabataş yıllarından itibaren Beşiktaş’a ça­ğırdığı, antrenmanlarda gözünü hiç ayırmadığı, saygısı ve teva­zuu ile kendine benzettiği Süleyman’ın gelişiminde en önemli rolü oynayan isimlerden biriydi.

Artık, A takıma yükselmesi gerektiğini yine o kararlaştırdı. A takımda oynama sorumluluğunu verdiğinde, tutkulu ve enerjisi­ni sonuna kadar kullanması gerektiği konusundaki ilk uyarıyı o yaptı. Seba, yaşamı boyunca Hakkı Kaptana olan hürmeti ve liya­katini korudu. Öyle ki, hangi yaşta olursa olsun Hakla Kaptanın olduğu yerde yine o genç takımdaki Seba oluveriyordu. Sonraki yıllarda, Hakkı Kaptan la birlikte İdealist Grup’un oluşturulması ve ilkelerinin belirlenmesinde beraber hareket ettiler.

Hakkı Kaptanın başkanlığını yaptığı yönetimlerde yer aldı. Sonraki yıllarda, Beşiktaş Başkanlığı yaptığı dönemlerde ise Baba Hakkı’nın görüş ve düşüncelerini başarının ölçütü olarak gördü. Beşiktaş’a bir tesis ya da hizmet gerçekleştirdiğinde gururla ve aynı heyecanı duyacağını bildiği için ilk Hakkı Kaptan la paylaş­tı. İşte, böylesi bir günün sonunda Beşiktaş tarihinde bir geleneği temsil eden o fotoğraf çekildi.



Hakkı Kaptan'ın Süleyman Seba’yı alnından öptüğü o fotoğ­rafı, İlyas Namoğlu çekti. O gün Hakkı Kaptan, Başkan Seba’nın Akatlar ’da Beşiktaş için bir yatırım yaptığını öğrenmişti. “Sü­leyman bir şeyler yapıyormuşsun Levent’in oralarda dediğinde Seba, İştiyakla tesisi gezdirmek istedi. Hep birlikte, bugün Çilek­li tesislerinin olduğu araziye gittiler. Seba, heyecanla yapılacak olan tesisi anlatıyordu. Baba Hakkı, yapılacak tesisin maketini dikkatle inceledikten sonra, “Süleyman büyük işler yapıyorsun. Benim yapamadıklarımı gerçekleştiriyorsun, gel seni alnından öpeyim” deyiverdi.

Namoğlu bu ölümsüz anı fotoğrafladı. Seba’nın ikinci dö­nemiydi. Önceki seçimi kaybeden Mehmet Üstünkaya, bir kez daha şansını denemek için aday olmaya hazırlanıyordu. Ancak,o fotoğraf, Seba’nın gelenek ve değerlerle buluştuğu o an, gaze­telerde yayınlandığında Üstünkaya taraftarları, “bize, o fotoğraf seçim kaybettirdi” diyecekti. Bugün o fotoğraf, Beşiktaş müzesi­nin en müstesna yerinde sergileniyor.

Kaynak: Beşiktaş'ın Dervişi Süleyman Seba / Rıdvan Akar

4 Nisan 2016 Pazartesi

113 > Vodafone


2007 yazına girmek üzereyken, küçük bir grup Beşiktaş taraftarı, o dönem için stadın adıyla ilgili sponsorluk haberleri üzerine tepkisini ortaya koymuştu. Kulübün önünde ve Beleştepe'de açılan pankartta "Sponsora Gerek Yok Şerefimiz Yeter" yazıyordu. Küçük bir grubun öncülük ettiği bu söylem, kısa sürede Beşiktaş taraftarının yüksek sesi olmayı başarmıştı. Senelerdir stadın isminin "Şeref Bey" olarak değişmesini bekleyen bizlerin başka bir isme, hele bir sponsor ismine hiç tahammülü yoktu.


Ne yazık ki köprünün altından çok sular aktı. Bizler, o suların yönünü değiştirmeyi pek beceremedik. Fikret Orman başkanlığındaki yönetim de YD'den maddi anlamda gerçekten bir enkaz devralmıştı. Günümüz şartları da buna eklenince Beşiktaş'ın stat yenilmesinde sponsor kaçınılmaz oldu. Beşiktaş yönetimi, Vodafone ile Türk spor tarihinin en büyük anlaşmalarından birine imza attı. Yapılan anlaşma gereği stadın isim hakkı da 15 seneyle sponsorun oldu.

Vodafone, anlaşmanın imzalandığı günle birlikte Beşiktaş taraftarı ile ilişkilerini sıkı tutmaya çalıştı. Stadımız ile aramızdaki özel bağın farkındalardı ve "duygusal" dokunuşlar ile kısa sürede bizlerle aralarında bir iletişim oluştu. Öyle ki taraftar değil Şeref Bey Stadı demeyi, İnönü demeyi bile bıraktı. Yapılan sohbetlerde özlenen ev olarak Vodafone Arena bahsedilmeye başlandı. Yönetim yapmış olduğu sözleşme gereği zaten bu isme ilk günden evet demişti; ancak taraftarın kısa sürede içselleştirmesini pek anlayamıyorum. 

Stadın bitmesine sayıı günler kaldıkça sponsor isminin Beşiktaş'ın önüne geçmesinden ve dilediğimi yaparım havasına bürünmesinden son derece rahatsızım. Vodafone geçtiğimiz günlerde Anılar Sahada diye bir internet sayfasını yayına soktu. Sayfanın girişinde "Beşiktaş'ın Unutulmaz Anıları Vodafone Arena'da Yeniden Sahneye Çıkıyor" yazıyor. Siteye girdiğinizde sizi karşılayan bölümlerden birisi 3 Mayıs 1972'de Pele'nin forma giydiği Santos ile Fenerbahçe'nin karşılaşması. Bu maçın Beşiktaş'ın unutulmaz anıları ile ilgisi, bağı nedir acaba? Evet, İnönü Stadı Türk futbol tarihinde simge bir stattır; lakin konumuz Beşiktaş'ın unutulmaz anıları ve ben bizi zerre ilgilendirmeyen bir maç ile anekdot görmek istemiyorum. Hele ki kulübüm hakkında her fırsatta küçümseyici ifadeler kullanmaktan çekinmeyen bir kulüp hakkında asla.

Açılışa 11 gün kala, sponsorun başka bir çalışması geldi. Büyük kavuşmaya x gün kaldı denilerek, o forma numarası ile özdeşleşmiş Beşiktaşlı oyuncu ile selam çakıldı. Kolay iş değil. Beşktaş'ın 113 yıllık tarihinde formamızı terleten 700'ün üzerinde oyuncu bulunmakta. Formamızı giyme şerefine erişmiş oyuncular arasında nice isim de sadece elde ettikleri başarılar değil, aynı zamanda formamızı giyerken ve sonrasında da sergiledikleri örnek sporcu tavırları ile bizler için efsane mertebesine ulaştılar. Öyle ki bizler 100. yılımızda yapılan anket sonucunda altın, gümüş ve bronz kadrolara layık görülen isimleri sıralmıştık. (
http://www.milliyet.com.tr/2003/06/22/son/sonspo03.html) Kulüp tarihinin en önemli geri sayımında da bu isimleri görmek isterdik. Les Ferdinand ya da Daniel Amokachi de önemsiz isimler değil asla. Ancak Metin Tekin ve Mehmet Özdilek bizim evlatlarımız, bizim gerçek efsanelerimizdir. Ve unutulacak tarafta yer almaları kabul edilebilir değil. Vodafone'un bu tavrı oldukça popülist ve markasını pazarlama derdine düşmüş bir şirket tavrı. Hatta Daniel Amokachi bile kendisi ile ilgili paylaşım sonrasında "Geri mi geliyorum? Kimse bana söylemedi." diyerek esprili bir yanıt verdi. Geri sayımı sanki o sahada tekrar oynayacakmış gibi bekleyen oyuncular varken, Amokachi'nin bu yanıtı da manidar oldu. Bir bu kadar ilginci de 9 numaralı formasıyla Ferdinand görseli altında "Demba Ba dururken, Ferdinand da kim" diyen yeni nesil Beşiktaş taraftarı. Kulüp, sponsor firmanın da desteğiyle genç nesil taraftarına tarihe dokunma şansı verecekken, bunu es geçip, kolay olanı seçmeyi tercih etti. 

Ne yazık ki bu kadar değil... Bir an önce evine kavuşmayı bekleyen bizler, stat ile ilgili her gelişmeyi yakından takip ettik. Çimentosu karıldığında da, ilk koltuk takıldığında da coşku dolu olduk. Sponsor stadın girişine kendi ismini anında kazırken, Beşiktaş'a dair en ufak bir çalışmanın olmaması yürek burkucu. Kulübün bunu kabullenmesi daha can yakıcı. Sürekli yakında arma da, kartal da gelecek dense de bunun hala gerçekleşmemiş olması ve bunun öncelikli değil de sonradan olacak olmasını anlayamıyorum. Stadın içerisinde de sadece koltukların üzerinde küçük Beşiktaş armaları var. Tribünlerin isimlerinin belirtildiği yerlerde bizi yine Vodafone yazısı karşılıyor. Ne Beşiktaş yazıyor, ne de armamız var. Bu haliyle sanki Vodafone bize sponsor olmadı da Beşiktaş semtinde yeni bir Vodafone şubesi açtı gibi.


Kulübümüz, Vodafone ile bir sözleşme imzaladı ve stat yenilemede karşılıklı anlaştılar. Taraftar da bir ömür yaptıkları için sponsora minnet duyacaktır. Ancak zaman ilerledikçe görüyoruz ki sponsor firma, 113 yıllık kulübün önüne geçmiş durumda.

Biz, "eve dönüyoruz" dedik, mahalleye yeni taşınanların evini ziyarete gidiyoruz demedik! 

Not: Yazımızdaki  "Büyük kavuşmaya x gün kaldı" içeriğinde belirlenen geçmiş futbolcuların kimlerin olacağını stadımızın sponsoru Vodafone'un değil, içeriği yöneten ajans ve kulübümüz tarafından belirlenip tescillendiğini öğrendik. Sayın başkanımız haklı; kArtalı vuran kendi tüyünden yapılmış oktur!