26 Ocak 2014 Pazar

Tescil Edilen İlk Spor Kulübü Beşiktaş - 104. Yıl

"Beşiktaş Akaretler, Şair Nedim Caddesi'ndeki (Sulh Mahkemesinin bulunduğu mahalli) lokal olarak tayin edilmiş, 13 Ocak 1326'da  (1909) "Beşiktaş Osmanlı Jimnastik Kulübü" esas nizamnamesini Fuat (Balkan), Umumi Katip Hüseyin Hüsnü beyler ve istidayı da Mazhar Kazancı Bey imzalayarak hükümete tevdi etmişlerdir.

Beyoğlu Mutasarrıflığının cemiyetler defteri 486. sahifesinde 26 Ocak 1326 (1910) tarih  ve 1760 numarası konulan istidaya 185 sayılı tescil ilmuhaberi tasdik edilerek verilmiştir. " 

(Vala Somalı - Beşiktaş Spor Tarihi)

"Beyoğlu mutasarrıfı Muhittin (Akyüz) Bey'in teşviki ve yardımlarıyla 13 Kanunusani 1326 Çarşamba günü, miladi takvimle 26 Ocak 1910'da Beşiktaş Osmanlı Jimnastik Kulübü, Türk spor tarihinin resmen tescil edilen ilk spor kulübü olur.

Cemiyetin Ünvanı: Beşiktaş Osmanlı Jimnastik Kulübü
Cemiyetin Maksadi Tesisi: Terbiye-i Bedeniyenin terakkisi için
Cemiyetin Merkezi İdaresi: Beşiktaş Ihlamur Caddesi'nde evvelce jandarmalara ait iken tahliye olan mekan
Cemiyetin Şubeleri: Yoktur
Cemiyetin Tarih-i Tesisi: 13 Kanun-i sani 326

Balada ünvan ve maksad-ı tesisi ve merkeziyle heyet-i idaresi muharrer olan Beşiktaş Osmanlı Jimnastik Kulübü nam cemiyetin nizamnamesi tevdi edilmiş olduğundan mukabilinde iş bu ilmuhaber verilmiştir.

13 Kanun-i sani 326
(26 Ocak 19010)"

(1903'ten Bugüne BJK - 2008 Takvimi)

19 Ocak 2014 Pazar

Ahparig

 
Benim Ferman diye bir arkadaşım var. Siirtli, Ermeni. Yaşamı boyunca sürgünlere uğramışlar, malum tarihsel nedenlerle... Şimdi Marmara Ereğli'sinde bir yazlığı var, bir de bahçesi. Lakin bahçede bir tek ağaç yok. Ekmiş domatesi, biberi, mısırı, ayçiçeğini misafirlerini onlarla avutuyor. "Niye bir tane ağaç dikmezsin yahu" dedim ki bin pişman oldum sorduğuma. "Dikmem arkadaş" dedi ve başladı sürgün hikayesini anlatmaya. "Ne ekeceğim lan!" dedi. "Ne zaman ağaç ektiğimde meyvesini yiyebildim ki? Domates günlük çıkarıyorum, yiyorum, bitiriyorum." İşte ruh halimiz bizim...

Ruhun şad olsun kardeşim Hrant.

2 Ocak 2014 Perşembe

Rugby Türkiye Dergisi Metin Tekin Röportajı


Rugby Türkiye dergisinden Ebru Şalva Devecioğlu, Metin Tekin'le bir röportaj yapmış. Alışık olduğumuz soruların dışına çıkılmış, çok da güzel olmuş. Röportaj ve görsellerin tamamı Rugby Türkiye dergisinden alınmıştır.


Beşiktaş'ta sağ kanatta, santrafor mevkiinde, 11 numaralı forma ile yıllarca görev almışsınız.
İlk 7 numaralı forma ile başladım. 11 numaralı forma ile benim için dönüm noktası bir maç oynadığımdan, o maçtan sonra da hep 11 numarayı giydim.

Futbol oynayan bir insanın ne hissettiğini merak ediyoruz. Futbolcu olmak nasıl bir duygu? 
Önceleri bunu çok algılayarak yaşamıyorsunuz. Şimdi geriye baktığımda bir şeyler söyleyebiliyorum. Ben, futbolu çok seven bir babanın oğlu olarak dünyaya geldim. O yüzden de hemen futbolla buluştum. 12 aylıkken top sürerken resmim var. Topla buluşmak yetmiyor tabii, bir kere futbolcu olarak doğmuş olmanız lazım. Ne kadar öğrenilebilir, geliştirilebilir bir şey olsa da temel yeteneğiniz yoksa olamıyorsunuz. Dolayısıyla futbolun sanatla da çok özleştiği, benzer yanlarının olduğu söylenir. Tutku olmadan yapamazsınız. Profesyonel futbol, eğer yeteneğiniz de varsa, futbola tutkuyla sarılışın sonudur. Bunun genç yaşlarda avantajı var. O yaşlarda spor, sanat gibi bir tutkuya yönelirseniz o dönemi çok daha kolay atlatıyorsunuz.

Daha dengeli olmanıza katkıda bulundukları için heralde... 
Hem dengeli geçiyor, hem de kafanız başka yerlere gitmiyor. Çünkü o dönemde ne yapacağınızı bilmiyorsunuz. Arayışınız psikolojik anlamda sizi çok olumsuz yönde de etkileyebilir. Büyük oğlum o dönemleri geçirirken, zorlandığı zamanlarda hep bunları düşündüm.

Futbola yine dönersek... 
Futbol bir fizik kalite işi. Profesyonel futbolun sağlıklı bir aktivite olduğunu düşünmüyorum. Sınırlarınızı ve fiziksel kapasitenizi çok zorluyorsunuz. Ama aynı zamanda sporda hayata meydan okuma da var. Her hafta galibiyet ve mağlubiyet var ki bunu her meslekte yaşamazsınız. Sahnedesinizdir ve bu psikolojik olarak çok yorucu bir şeydir. Her hafta başarı-başarısızlık sahnesine çıkarsınız. Özellikle de başarısızsanız bu çok yorucudur. Üstelik bu sınava çok hazırlıksız olduğunuz bir yaşta yakalanırsınız. Futbol 18 ile 35 yaş aralığında oynanır. Albert Camus eski kaleciymiş ve onun "hayata dair ne varsa futbolda öğrendim" diye bir sözü vardır.


Siz hep popüler bir futbolcu oldunuz. Popüler bir sporcu olmayı anlatır mısınız?  
Çocukluğumdan itibaren popüler olmaktan hep korktum. İzmit'te büyüdüm ve orada valinin evi vardı. Görkemli ve diğer evlerden farklıydı. Halkın arasına karışamamak, işaretlenmiş olarak yaşamak o zaman bana çok itici gelmişti. Profesyonel futbola geçince Türkiye'de herkes tanımaya başladı. Çok zor bir şeymiş. Hep yargılayan bakışlarla yaşıyorsunuz. Sonrasında da yavaş yavaş bu yargılanmadan kaçıp, kendinize daha dar bir dünya oluşturuyorsunuz. Futbol bittikten sonra ben gerçek hayata başladım.

Biyografinizden devam edelim mi? 8 Mayıs 1964'de İzmit'te doğmuşsunuz. Futbol kariyerinize de orada Kocaelispor altyapısında başlamışsınız. O yılları sizden dinleyebilir miyiz? 
Amatörce her çocuk gibi spora başladım. 1970'ler... O yıllarda şansım, Beşiktaş'ta çok başarılar kazanmış, altyapı antrenörü olarak çok önemli bir isim olan Serpil Hamdi Tüzün'ün antrenörüm olmasıydı. Beşiktaş ile ilk tanışmam da 11 yaşında onun sayesinde oldu. 7 pilot bölge seçilmişti ve kendisi de Türkiye seçmelerine gelmişti. Ben de futbola tutkun, avukat bir babanın oğluyum ve beni Serpil Hoca'ya getiriyor. Serpil Hoca deneyimlerine dayanarak şöyle düşünüyor: Futbolun sosyo ekonomik yapısı bellidir. İyi giyimli, üzerinde temiz forması olan futbolcu en kötü futbolcudur. Bu dünyada da böyledir. Ben de oranın temiz şortlu, temiz formalı çocuğuyum. Babam da orada, hatta torpil olmasın diye babama da soğuk davranıyor. Seçmeler başlıyor, "ya bir dakika, bu yeni formalı çocuk hiç fena deği!l" diyor. Sonra da 11-12 yaşında Beşiktaş'a transfer olmamı teklif etti. Eğitimime Kabataş Lisesi'nde devam edecektim. Yaşım çok küçüktü ve ailemden uzaklaşmak istemediğim için kabul etmedim. Ama yıllar bu sefer 18 yaşında beni Beşiktaş profesyonel takımı ile tanıştırdı. Beni Beşiktaş'a getiren ise Kocaelispor'dayken Genç Milli Takım'a seçilmem oldu. Herkesin göreceği bir sahneye çıkmış oldum. Beşiktaş Teknik Direktörü Dorde Milic beni bir Genç Milli Takım maçında izlerken beğendi ve Beşiktaş'a gelmemi teklif etti. O dönemde Mehmet Üstünkaya başkan... Yazıhanesine gittiğimizde bana "Beşiktaş'a gelmek ister misin?" diye sordu, ben de "evet" diyince süreç başladı. 

18 yaş da böyle bir arenada yer almak için çok genç bir yaş aslında...
Hele ki o zamanlar için çok genç bir yaş. Bugün genç futbolcuların A takımına geçişleri çok daha kolay. Çok şey değişti çünkü. O zamanlar hiyerarşik yapının çok güçlü olduğu zamanlar. Dolayısıyla o dönemde genç bir futbolcunun oraya gelip yer alması, kendini ifade etmesi çok zor. Ama tabi hayat sizi her şeye adapte ediyor. İzmit ne kadar İstanbul'a yakın olsa da yine de Anadolu'dan İstanbul'a gelip burada bir yaşama başlamak zor. Yalnız benim şöyle bir avantajım oldu: İstanbul Üniversitesi, iktisat bölümünü kazanmıştım. Aynı yaş grubundan İzmitli üniversiteli arkadaşlarla ev tuttuk. Dolayısıyla İstanbul'a alışma sürecimde 3-4 seneyi eski çevremden kopmadan geçirmiş oldum.


Babanız çok değerli bir insan ve size hep destek olmuş.
Ben, biraz babamın oğluyumdur, hala da böyledir. Kendisiyle çok iyi bir dialogumuz var ve desteği büyük. 

Sizdeki yeteneği keşfeden kişi kendisi heralde?
Yetenek keşfedilmez, yetenekle karşılaşılır. Babam, sporu çocuğuna sevdirmeye çalışan, sporcu kişiliği kazandırmaya çalışan, kötü alışkanlıklardan korumaya ve bana düzenli bir hayat kazandırmaya çalışan bir baba olmuştur. Beni hep yüreklendirmiştir. Babam sıkı bir Galatasaray taraftarıdır. 

Bazı kaynaklarda sizin de Galatasaraylı olduğunuz yazıyor. 
Galatasaraylı değilim. Kamuoyunda şöyle bir yanılgı var: Taraftar farklı, profesyonel oyuncular farklıdır. Ben, çocukken Galatasaraylı'ydım. Ama zaten bizim kuşağımızda Beşiktaşlı olan yoktu. Fakat siz o formayı giydiğiniz anda artık ömürboyu Beşiktaşlı'sınızdır; bunu hissedersiniz. Ben, 15 yıl Beşiktaş forması giydim. Dolayısıyla Beşiktaş benim en büyük tutkum.

Takımınıza gerçekten sadık kalmışsınız ki profesyonel futbolcular her zaman bu kadar sadık kalmayabiliyorlar. 1 senelik Vanspor deneyimi hariç hiçbir yere gitmemişsiniz.
Ben, aidiyeti seviyorum. Vanspor'a da futbolu bırakırken, askerlik dolayısıyla gittim ve en son senemdi. Ben, hep Beşiktaş'ta kalmak istedim, gitmeyi hiç düşünmedim. Ama şu da var, eskiden yönetmelikler buna izin de vermezdi, futbolcuyu çok bağlayan transfer yönetmelikleri vardı. Köle gibiydi futbolcu, yönetim kurulu izin vermeden hiçbir yere kımıldayamazdı. Öte yandan bana da sorulduğunda benim tercihim Beşiktaş'tı. Taraftar futbolcu olabilmeniz için tek takımda oynamanız gerekiyor.

Internette sizin için şöyle bir ifade kullanılmış: Fuleli deparları, sürati ve çalımları ile kısa sürede sivrildi. Beşiktaş'taki ilk günleriniz nasıldı? Takım sizi nasıl karşıladı? O ilk gün, ilk antrenman...
Çok net hatırlıyorum. Gittik antrenmana. 11-12 yaşından beri futbolun içindeyim ama Beşiktaş'ta olmak başka bir şey. Stad, Şeref Stadı ama soyunma odası o dönemde Kocaelispor'un soyunma odasından daha kötü. Toprak saha... Trabzonspor'dan Beşiktaş'a transfer olan Serdar Bali var o zaman. Antrenman başladı. Ben de top alıyorum, çalım atıyorum falan. Antrenman bitti, soyunma odasına dönerken " Gördünüz mü? Hollanda'dan Cruyff gelmiş. Pas vereceksin kardeşim, çalım atmak yok" diye arkamdan konuşmaya başladı. Babama dedim ki "Bir daha gitmem ben!", o da dedi ki " Ne demek gitmem, çocuk oyuncağı mı bu? Beşiktaş'a transfer olmuşsun." Hayatı öğrenmek böyle bir şey. Yavaş yavaş işin içine giriyorsun, olayı çözüyorsun, ilişkileri görüyorsun. İlk gün oydu, ilk forma da ondan 3 ay sonra oldu. Ne var ki ben daha maça çıkmamıştım, kimse nasıl futbol oynadığımı bilmiyordu, sadece antrenmanlara çıkıyordum. Birden basında "Sarı Fırtına" olarak yayımlanmaya başladım. Antrenmanda Sarı Fırtına mı olur, antrenmanda uçsan ne olur, sahne maçtır. Formalı hayatım Aralık ayında bir Samsunspor-Beşiktaş maçı esnasında başladı.


320 lig maçı, 70 gol...
Az lig maçı oynamışım, sakatlanıyordum. 

5 lig şampiyonluğu, Fenerbahçe'ye 13 gol, Galatasaray'a 8 gol, Avrupa kupalarında 6 gol...
Ben, golcü bir futbolcu değildim ve her zaman gol bölgesinde oynamadım. Bizim golcülerimiz Feyyaz'dı, Ali'ydi, daha farklı oyunculardı. Yalnız ben tarihte Fenerbahçe-Beşiktaş maçında, Fenerbahçe'ye en çok gol atan futbolcu olarak dördüncü sıradayım. Ama genele bakıldığında ben golcü bir futbolcu değilim. Düşünün "200'ler Kulübü" var ki oluşturanlar da bizim arkadaşlarımız; Aykut, Tanju, Hakan Şükür. Tanju ile hatta şöyle bir hikayemiz var. 16-17 yaşlarında ve Genç Milli Takım'dayız, bizi Ankara'da topladılar. Hazırlık kampı. Ankara Demirspor ile oynuyoruz. İlk devre 0-0 bitti. İkinci devreye Samsun'dan gelen bir çocuğu yetiştirdiler, adına Tanju dediler. Biz de gülüyoruz Tanju ismine... O maç 4-0 bitti ve dördünü de Tanju attı. Müthiş bir golcüydü. Hala en yüksek gol ortalaması Tanju Çolak'tadır.

"Futbola doydum" diyebilir misiniz?
Futbola doyamazsınız ki... Tabii ki mesleki tatminler sağladım. Ama kafamda çok keşkelerle ayrıldım bu meslekten. Futbolculuğun, kendimi geliştirebilme anlamında doğal yeteneklerimin çok hakkını vermedim. Çok doğru bir futbolcu bakışım olmadı, çok pişmanım. 29-30'lu yaşlarda doğru bakışı yakaladım ama artık sonuna gelmiştim, elimden kayıp gidiyordu. Keşke tam hakkını verseydim.

Futbola bakışınıza yönelik özeleştirilerinize başka kaynaklarda da rastladık.
O dönemde benim iki farklı çevrem vardı: Eğitimin hiç dikkate alınmadığı futbolcu arkadaşlarım, futbol çevrem ve eğitimi önemseyen üniversite kazanan arkadaşlarım. Bizim dönemimizde futbol, entellektüel kesimin dışladığı bir spordu. Bir şaire, ressama, vb. futbolla ilgilenmek avam gelirdi; futbol alt kültür olarak değerlendirilirdi. Dolayısıyla çevremde seven çok kişi olsa da futbolu, kaçtılar, göstermediler. Halbuki Türkiye'de erkeklerin çoğu futbolla ilgilenir. Günümüzde bu değişti. Şimdi pek çok entellektüel futbola dair köşe yazısı yazıyor. Woody Allen benim çok sevdiğim bir sinemacıdır ve bir röportajında şöyle der:"Boş zamanlarımda herkes benim sergilere vb. gittiğimi sanır, halbuki benim en çok sevdiğim şey futbol seyredip, bira içmektir." Anlatmak istediğim benim zamanımdaki futbola bakıştan benim de üniversiteye giderken etkilendiğimdir. Dolayısıyla tam kendimi geliştireceğim dönemde futbola yatırım yapmayı kaçırdım ben. Çok yanlıştı, çünkü benim tutkum futboldu. Bunu biliyor ama saklıyordum. Tabii başka etkenler de vardı; yetersiz tesisler, kendimizi geliştirecek yeterlilikte teknik adamlarla çalışamamamız vb. Keşkelerim işte hep bunlar için.



Bir yerde kendinizi şöyle tanımlamışsınız: "Sürati ve koşu özelliği ile ön plana çıkan, standart bir top tekniği olan sporcu..." 
Böyle söylenince biraz düz oluyor. Benim futbolda fark yarattığım şey, süratim ve çabukluğumdu. Öte yandan buradaki "standart"lık sıradanlık anlamında değil, yeterli bir standart teknik anlamında kullanılmıştır. Geçenlerde büyük oğlumla İngiltere'deydik, Fenerbahçe maçı vardı. Oğlumla yürüyüş yaparken "Baba yavaş yürüsene" dedi. Dedim ki "Oğlum yavaş yürüseydim burada olmazdım, benim bütün esprim hızlı olmam!" Konuşurken de öyleyim, koşarken de öyleydim. Şöyle bir uzandığımda 5 saat kalkmamayı da severim ama  biraz hiperaktivite var heralde. Asıl hiperaktif denildiğinde Rıdvan Dilmen bir numaradır. Mümkün değil yaklaşamazsınız.

Üç İnsan Üç Öykü belgeselinde demişsiniz ki "Futbolcu zekası çok iyi bir futbolcu değildim!"
Futbol zekası farklı bir şeydir. Benim de futbol zekam kötü değildi, oyun görüşüm, oyun kurgum vardı. Ama Tanju Çolak'a bakıyorum, sosyal zekasını çok sorgularım ama futbol zekası müthişti. Top algısı, pozisyon algısı bunlar çok önemlidir. O röportaj esnasında da kendimi bu şekilde eleştirmiştim.

Futbolcu zekası ile ortaya çıkan size göre başka hangi isimler var?
Çok var. Rıdvan Hoca, Oğuz Çetin, Emre Belözoğlu daha pek çok ismi saymak mümkün. Fakat pek çok yeteneği olup, futbolcu zekası olmayan da çok oyuncu var. Oyun kurgunuz, oyun planınız yoksa yeteneklerinize rağmen üst düzey oyuncu olamıyorsunuz. Üst düzey oyuncunun tarifinde şöyle denir: Bir oyuncu vardır, yeteneklidir ama neden iyi oynadığını bilmez; o yetenekli oyuncu olarak kalır. Bir oyuncu vardır, neden iyi oynadığını bilir, o büyük oyuncu olur. Yani silahlarınızı algılamanız sizi çok farklı yerlere getiriyor. Sözgelimi son dönemde gelen Quaresma... Çok yetenekli ama olmuyor... Oyun kurgusu yok, onun için yetenekli oyuncu olarak kalıyor.

Bütünü ve bütünün içindeki yerinizi çok iyi görmek gerekiyor demek ki...
Tabii... Zaten yıllarca Türk futbolu oradan kaybetti. Maalesef büyük resme bakan futbol adamlarımız çok olamadı. Biz hep mevkisel değerlendirdik, büyük resim ise farklı bir şeydir.

Sizin oynadığınız dönemdeki futbol ile teknik, camia, ortam, vb. bu dönemki futbol arasındaki farklar nelerdir?
Çok net söylemek mümkün değil! Daha iyi daha kötü de diyemezsiniz. Ama bir şey söylemek mümkün. O da daha farklı, daha değişik olduğu. Futbol ekonomisi örneğin. Eskiden futbol pazarlanmaya çalışılırdı, şimdi futbol üzerinden pek çok ürün pazarlanıyor. Futbolun marka değeri buraya geldi. İnanılmaz ekonomik bir portresi oldu. Bu portre içinde de en büyük payı aktörler, yani futbolcular alacaktır. Futbolcu paraları konuşuluyor şu anda. Ne var ki bu sektörün yarattığı bir şey. Fiyatlar arz-talep dengesine göre oluşuyor, dolayısıyla fiyatların artması çok doğal. Niye bizim zamanımızda uluslararası başarı yoktu? O dönemde çok daha yetenekli oyuncular olduğu söyleniyor ki ben de katılıyorum. Hocalarımız bize çok değerli teknik bilgiler verdiler, futbol gelişimimize değerli katkıları oldu. Ama üzülerek söylüyorum, demin söylediğim büyük resmi görecek, oyun, düşünce anlamında farklılık yaratacak teknik adam bakışı olmadı. Ya ben o anda oyuncu olarak o algıda değildim ya da bunlar anlatılmadı. Bugünse yeni futbol öğretim teknikleriyle farklı bir noktaya gidiyoruz.

Siz de teknik adamlık yaptınız, diğer teknik adamlardan, hocalarınızdan ne farkınız oldu?
Teknik adamlığımı ben değil, oyuncular, kamuoyu, taraftar değerlendirebilir. Onların yorumları önemli. Ne yapmaya çalıştığımı söyleyebilirim. Rahmetli Erdoğan Arıca'ya 3.5 sene yardımcı antrenörlük yaptım.Sonra Çanakkale Dardanel'de 6 ay teknik direktörlük yaptım ve akabinde de Genç Milli Takım'a geçtim ve iki sene orada çalıştım. 5 sene Fatih Terim ile beraber A Milli Takım yardımcı antrenörlüğü yaptım. Antrenörlüğe, teknik adamlığa doydum. İşin icraatinden çok teoriye ve eksik olarak gördüğüm büyük resme bakmaya çalıştım. Büyük resmi nasıl yaparız, futbolu nasıl geliştiririz, futbol oyunu nasıl gelişir? Bunları düşünmeye başladım ve şimdi de oyuncudan çok oyun üzerine yoğunlaşmaya çalışıyorum, oyun planlarına bakıyorum ve bundan da büyük keyif alıyorum. Dolayısıyla nasıl bir teknik adam olduğumu söyleyemem ama şu anda ki futbola bakışımı bu şekilde söyleyebilirim. 



Fatih Hoca ile karşılaşmanızı anlatır mısınız?
Biz sahada Fatih Hoca ile her türlü karşılaştık. Rakip olduk, karşılıklı oynadık Galatasaray, Beşiktaş olarak. Fatih Hoca kaptanken, ben 19 yaşındayken A Milli Takım'da beraber oynadık. Sonra Piontek teknik direktör, Fatih Terim antrenör, ben futbolcu oldum. Sonra Fatih Terim milli takıma teknik direktör oldu, ben yine futbolcu oldum. Daha sonra da Fatih Hoca milli takımda teknik direktördü, bu sefer ben antrenör oldum.

Onunla çalışmak nasıldı?
Teknik direktör, antrenör olarak çalışmayı söyleyeyim. Çok zevklidir, çok zordur. Ama antrenör olmaktan çok tatmin olursunuz. Niye? Çünkü kamuoyunda bilinenin aksine çok paylaşımcıdır. Tabii kendi içimizde öyledir, dışarıda değil! İşin içine çok katılırsınız, onun için de mesleğinizden çok zevk alırsınız. Çok doğru bir şey yapar, yardımcılarından fikir alır. Yardımcı antrenör fikir verir, teknik direktör karar verir. Yardımcı antrenörün görevi fikir üretmektir.

Etrafında çokça dolaştığımız bir konuyu netleştirmek için şunu soracağım: Sizce başarılı olmanızda en büyük etken neydi? Yeteneğiniz mi, gayretiniz mi, şansınız mı vb.?
Futbolculukta yeteneğiniz olmadan olmaz zaten. Türkiye'de olmayan şeylerden biri ise yeteneğin geliştirilmesi ve yönetilmesi. Bende babamın büyük katkısı var. Onun hayata bakışındaki sporun önemi başarımda önemli yer tutar. Elit futbolcu tanımlaması yapılırken diğer saydığım özelliklerin yanı sıra bir de yeterli kişilik diye bir kriter vardır. Onu da başaramazsanız olmaz. Genç nesilde pek çok yetenekli isim var, fakat bu eksiklikten dolayı olmuyor. Siz önce futbolcu olarak doğacaksınız. Sizi yukarıya taşıyacak olansa sizin yeteneğinizi geliştirecek, yönetecek teknik adamlar ve eğitimciler. Türkiye'de yeterli donanımda genç futbol eğitimcisi yoktu. Çünkü ellerinde bunu öğretecek metodoloji yoktu. Şimdi Türk futbolu buna sahip. Biz genç oyuncu eğitimini 2006-2009 yılları arasında aldık. Umuyorum Fatih Hoca önderliğinde şimdiki hayata da etkin şekilde geçecektir. Tesisler yapıldı, uluslararası başarılar kazanıldı, eksik kalan ise metodoloji oldu. Metodoloji olmadan gençleri yetiştiremeyiz. Söylemenin öğretmek olduğunu sanıyoruz. Halbuki futbolda öğretme gösterimdir, demodur.

Çok sakatlık geçirdiniz mi?
Çok! Bir kez çok büyük sakatlık geçirdim ki hayatiydi. Bir hava topunda çarpışmayla kafatasım 15 cm kırıldı ve beyin kanaması geçirdim.

Nasıl?
Nasıl değil de "kim" demelisiniz. Fenerbahçeli, Sakaryalı Turan ile çarpıştım. Bir de bizim mahalleden kız aldı. Kafa topuna çıktık ve ben kulak arkasından ciddi bir darbe aldım. Aldığım en büyük sakatlık o. Sonra arka adale sakatlıkları oldu, sprinterlerde çok olur; o zamanlar bunların iyileşmeleri çok daha uzun zaman alıyordu, bu kadar bilgi yoktu. Bu yüzden uzun süre sakat kalıp oynayamadığım oldu.

O kafa darbesinden sonra bir yıl ara vermişsiniz. Akabinde de Adana Demirspor maçı ve 10-0'lık bir galibiyet var, sizin de 3 tane golünüz var o maçta. O bir yılı iyi değerlendirmiş olmalısınız.
10-0'lık skor tarihe geçmiş olabilir ama benim için önemli olan Beşiktaş'a dönüm maçım olmasıdır. Beşiktaş beni gönderebilirdi. Dolayısıyla orada ben pek skorla ilgilenmedim, kendi attığım gollerle ilgilendim. O yıl aynı zamanda 3 sene arka arkaya gerçekleşen şampiyonluğun ilk senesidir. Benim için çok önemli bir maç ve çok önemli bir dönemdir.

Böyle unutamadığınız, hayatınızda önemli yer etmiş başka maç/maçlar var mı?
Aynı sene Fenerbahçe ile yenenin şampiyon olacağı bir final maçına çıktık. Fenerbahçe 1-0 öne geçmişti. Benim iki kafa golümle biz maçı 3-1 aldık ve şampiyon olduk. O da benim hayatımda önemli dönüm maçlarından biridir. Bir de Avrupa şampiyonasında PSV Eindhoven'a uzaktan attığım güzel bir gol vardır, onu unutamam.

89-90 sezonunda Gordon Milne sizi Almanya kampına almamış.
Sakatlıktan dönmüştüm, bir önceki sene çok maçta oynayamamıştım. Fenerbahçe maçından sonra da Gordon Milne'e sözel bir hakaretim olmuştu. Yanlıştı tabi ki... Transferler esnasında 3 İngiliz oyuncu aldı, bana da dedi ki "Değil 11'e, 16'ya girme şansın yok. Profesyonelce düşünüyorum. Kendine başka kulüp bul Metin!" Bunların konuşulması doğaldır ama sizin duygusal bağınız olunca, hele ki de o genç yaşta farklı tepki veriyorsunuz. Ben 24 y aşındaydım ve hiçbir zaman kendi isteğimle ayrılmayacağım bir kulüpten gönderiliyordum. Yapacak bir şey yok, profesyonel dünya... Ben Beşiktaş ile sözleşmem olduğunu ve Beşiktaş'ta ayağa kalkmak istediğimi söyledim. O da "sen bilirsin" dedi. Daha sonra Galatasaray'ın, sevgili Alp Yalman'ın bir teklifi oldu ve ben kendisine de Beşiktaş'ta ayağa kalkmak istediğimi söyledim. O da çok doğru düşündüğümü ama olamazsa da Galatasaray'ın kapılarının açık olduğunu söyledi ki çok büyük bir güvenceydi. Sonunda başardım. Teknik adamlar arasında belki en beğendiğim değildir ama en çok Gordon Milne'i severim. Ondan sonra değil ilk 16, her 11'de beni saydı. Bu da bir futbolcu için güzel bir geri dönüştü.



Şöyle bir tanımlama var internette: "Gordon Milne'den çok çekmiş bir futbolcudur! Hiç kimseden, hiçbir şeyden çekmemiştir ondan çektiği kadar."
Değil! Klasik kendini yıldız futbolcu olarak gören genç bir insanın, farklı kültürden gelen teknik adamla çatışmasıdır, çelişmesidir. Burada genç adamın bakışında daha büyük hata payı vardır. Ama İngiliz'in katı kültürünün de bunda ufak bir payı vardır. Sonra Gordon Milne'i biraz Türkleştirerek çok sevdik.

91-92 sezonunu Beşiktaş namağlup bitirdi. Namağlup bir takımda futbol oynamak güzel bir şey olsa gerek...
Bu üst üste gelince anlam kazanır. Önce başlarsınız ve anlamazsınız. Sonra ortaya çıkar. Tam rakamı hatırlamıyorum, sanırım 48 maç yenilmedik. 30'lara gelince 'bu önemli' diyip amaç olmaya başladı. Başarılı bir takımın lig karnesi bu. Şimdi bunun çok önemli olduğunu anlıyorum. Arkaya dönüp baktığınızda bir şeylerin güzel, farklı, önemli olduğunu görünür. O esnada anlamıyorsunuz ki...

Demek ki sadece o anda oynamak gerekiyor...
Öyle zaten. Siz oynuyorsunuz, kamuoyu değerlendiriyor ki öyle olması lazım.

Siz üniversite eğitiminizle futbolcular arasındaki eğitim çıtasını yükselttiniz.
Futbol ile eğitim çok zor artık. Hele günümüzde mümkün değil. Bizim dönemimizde futbol trafiği biraz daha rahattı. O kuşakta ben yükselttim diyemem. Ben iktisatı, Oğuz Çetin inşaat mühendisliğini bitirdi, Ali, Marmara Üniversitesi ekonomi mezunudur, Feyyaz, Şenol spor akademesi mezunudur. Bugün mümkün değil. Çünkü siz elit bir futbolcuyu 14-15 yaşında genç milli takımlardan alıyorsunuz. Genç milli takımlara gelmek, futbolcu olmanın, uluslararası oyuncu olmanın en büyük yoludur. 100-120 gününüz kampta geçer. Bu koşullarda üniversite vb. çok zorlaşır. O anlamda artık sektörel bir ayrıma girersiniz. Futbola yatırım yaparsınız, garantisi yoktur. Gençler için de büyük risktir. 10-18 yaşları arasında ne iş yapsanız sonunda oradan para kazanırsınız. Futbolda ise bunun garantisi yoktur. Yüz binlerce çocuk bu yarışa başlar. 20-30 tanesi elit futbolcu olur, 50-60 tanesi iyi para kazanır, 100 tanesi de futboldan para kazanır, bu kadardır.

Önemli bir pazar...
Çocukların eğitimlerinden çalıyoruz bari onların kişisel gelişimine katkıda bulunalım; yabancı dil vb. bir eğitim silahı vermeniz lazım ellerine. Biz tam tersini yapıyoruz. Bu noktada "Antrenörlük Pro Lisansı"nı eleştireceğim. Eğitimden alıyoruz çocuğu, o da üst düzey futbolcu, yıldız oluyor, uluslararası maçlarda oynuyoru. Bu arada liseyi okuyamıyor. Derken futbol hayatı bitiyor. O da diyor ki "teknik direktör olacağım!". Biz de diyoruz ki "liseyi bitiremediğin için olamazsın!". Böyle bir şey olabilir mi? Messi de, Beckham da makine mühendisi değil, futbolcu... Hemen bir örnek vereyim: Tugay Kerimoğlu 105 defa veya 110 defa milli olmuş, 8 yıl premier lig oynamış, korkunç bir mesleki vizyon, belki böyle bir başka özgeçmiş yok. Liseyi bitirmedi diye antrenörlük diploması alamıyor. Bu heralde başka hiçbir meslekte yoktur. Federasyon olarak bunlara çözüm getirilecek inşalah.

Pamuk ipliğine bağlı bir meslek... Çok ciddi emek veriliyor, sonra bir sakatlık hayatınız değiştiriyor.
Değiştirmeyi bırakın, hayatınızı bitiriyor. Yükselen tempoyla futbolcu ölümleri çok arttı. Kapasite zorlanıyor. Sağlık kontrolleri ise bir yere kadar size cevap verebilir. Hala bir sürü bilemediğimiz bedenle ilgili şey var.

Sizce bunu nereye kadar zorlayacaklar? Kapasite arttırımı nereye kadar?
İllegal kapasite arttırımını bir kenara koyarsak, tabii ki insanın sınırsal bir değeri vardır ve bu her insanda farklı olabilir. Sınırsal değerleri maksimize etmek, fizik-kondisyon elbette yapılacak ama bunun üstüne antrenman yüklemeyle çıkmak çok tehlikeli. O yüzden "profesyonel futbol çok sağlıklı bir şey değil!" diyorum. Nabızla bu kadar oynamak riskli. Zaten sağlığınız yeterliyse oynayabiliyorsunuz. En son Antalyasporlu Mehmet Sedef kalp krizi geçirdii çok şükür bir şey olmadı. Uçağa binecekken 3 kere kalp krizi geçiriyor. Çok bilinçli, uçağa binmiyor ve doktora görünüyor. Şu anda futbolu bırakabileceğini söylüyor. Tamam çok seviyor ama "kusura bakmayın hayatım benim için değerli" diyor.

Bu bütün takım sporlarında olan bir sorun...
Sağlık muayenesi çok önemli. Eskiden hiç yoktuç Şimdi kontroller sıkı hale geldi. Lisans alınırken sağlık kontrolünden geçersiniz. Yıllarca "hastanede mi bekleyeceğiz" dendiğinden kontrolsüz sağlık raporları, lisansla verildi. Bizim zamanımızda böyleydi, bizden sonra da böyle gitti. Şimdi daha kapsamlı olduğuna inanıyorum.


Peki bu sistemi, kondisyonu arttırmaya yönelik çalışmayı yapan kişiyi denetleyen birilerinin olması gerekmez mi?
Denetlemeyi yapacak kişinin bu yetkinlikte olmasıl lazım. Bugün futbol gelişim direktörü olarak Güven Erdil hocamız var. Kendisi doçent, mesleğinde mutlaka çok başarılıdır, saygı duyuyoruz. Ama antrenörlüğü bildiğini düşünmüyorum. Antrenörlük yapmamış, sahada antrene etmeden başa gelmenin bir mantığını göremiyorum. Antrenörlük sahadadır, dershanede antrenörlük olmaz. Siz de futbol gelişiminin başındayım diyorsanız iki ana misyona dikkat edeceksiniz: Teknik direktör eğitimi ve genç elit sporcuların geliştirilmesi. Sizin saha yeterliliğiniz yokken "ben, bu antrenörlerin başı olurum" derseniz olmaz. Denetleyebilmeniz için o işi yapmanız, denetleme yeterliliğine sahip olmanız lazım. Umarım doğrusu bulunur. Hep düşünülüyor malum, Türk futbolu nasıl kalkınır diye...

Beşiktaş taraftarı her zaman size sahip çıkmış.
Benim taraftarla iletişimim her zaman çok iyi oldu, neden bilemiyorum. Siz yapıyorsunuz, onlar da bir şeyi algılıyor. Çok kontrol edebileceğiniz bir şey değil.

Bir dönem Gordon Milne sizi kadro dışı bıraktığında, bir grup taraftar açlık grevi yapmış, doğru mudur?
O biraz simgesel bir şeydi. 4-5 arkadaş yapmıştı. Beşiktaş seyircisi benim gönderilmemi istemedi. Yönetim de bunu olumlu karşıladı ve iyi ki devam edebilme şansım oldu.

Futbol için şöyle bir değerlendirme var: Ülkede buhran, sıkıntı varsa futbol çok iyi bir uyuşturucudur, insanları belli bir süre oyalar! Siz ne düşünüyorsunuz?
Eskidendi o... Portekiz başbakanı söyledi onu. "Ben, ülkeyi 3 F (Futbol, Fado, Fiesta) ile yönettim."diye. Bu dönemde uyutma olduğunu söyleyebilir misiniz? Şimdi tam tersi! Tribünlerden bazen çekiniyorsunuz. Dünya'da da böyle, Türkiye'de de böyle olduğuna inanıyorum.

Futbolu nasıl bıraktınız?
33 yaşındayken askere gittim. Vanspor'da oynadım ve futbolu bıraktım. Bildiğim kadarıyla üç büyüklerden Doğu Anadolu'da askerlik yapan tek futbolcuyum.

Böylesine yoğun bir futbol hayatından sonra bir anda futbolu bıraktığınızda sizi destekleyenler oluyor mu?
Olması lazım. Ne kadar kendinizi hazırlasanız formayı çıkardıktan sonra çok zor. Kesinlikle destek gerekiyor.

Metin, Ali, Feyyaz üçlüsünden bahsetmeden bu röportajı bitirmek olmaz. Siz zamanında Voltran'ı oluşturmuşsunuz.
Bilmiyorduk Voltran olduğunu... Tabii Voltran diyorsanız o 20 tane futolcuydu. Biz büyük bir takım, geniş bir kadroyduk. Metin, Ali, Feyyaz gollerin ismiydi belki ama hikaye daha genişti.

Taraftar bu üçlüyü çok sevmiş.
Mevkisel avantaj diyelim.

Futbol, tahtını birgün başka bir spor dalına devreder mi?
İki şekilde biter: Şiddet ve şike. Ölümler olursa kimse gitmez o sahaya. Maçın saha içinde değil, saha dışında belirlendiğine seyirci inanırsa oyun yine biter. Ama bu oyun çok güzel bir oyun ve bitmez. Kimse zorla futbolu sevdirmiyor. İnsanların tercihi.