9 Mart 2011 Çarşamba

Dışarda Kar Yağıyor, Benim İçime Yağmur

Trabzonspor maçı sonrası dağıldım. Sene başından beri kötüyüz, ilk mağlubiyetimiz de değil, sarsan neydi sorusuna vereceğim tam bir yanıtım da yok aslında. Bir takım, defalarca aynı şekilde maç kaybediyorsa, aynı golleri yiyorsa, sorumsuzluk örnekleri aynı ise; taktikle, sistemle, hocayla, bireysel olarak futbolcu performansı ile değerlendiremiyorum durumu. Halbuki belki de bu durum sadece bunlarla değerlendirilebilir. Ben yapamıyorum, yapamadıkça kendime sinir oluyorum. Çünkü bambaşka bir yol izliyorum. Ve o yol benim hayatımı tam merkezinden etkiliyor. Günlerimi, gecelerimi, tüm her şeyimi altüst ediyor.

Beşiktaş özgeçmişime bakıyorum. Hep dramatik ve travmatik hikayelerle dolu. Sevinçlerimde, üzüntülerimde birbirine benzemiş hep. Beşiktaş’ın yaşattığı en büyük mutluluk anında bile bir hüzün var. En büyük hüzün anında sadece bizlerin anlayabileceği bir mutluluk. Hissedebilme, iliklerine kadar o duyguyla kavrulma. Kaybettiğimiz kimi maçları anımsıyorum. Hala aynı sızıyı hissedebilmekle beraber, o sızıyı sevdiğimi fark ediyorum. Mazoşist bir tavır mı? Yoksa sevdiğim sadece sızı değil mi? O mağlubiyetler sonrasında durumun farkında olan, bunun sorumluluğunu alan üzgün adamların olduğu Beşiktaş’ı özlüyorum çünkü.

95 senesi Rosenborg maçı. İlk maçta alınan 3-0’lık mağlubiyet sonrasından rövanş gününe kadar sürekli turu geçmeyi diledim. Geceleri yatağa girdiğimde “ n’olur, n’olur turu geçelim” diye sayıkladığımı anımsıyorum. Anneme, “dua ederken Beşiktaş’ı unutma” demiştim, hiç unutmuyorum. Yıllardır nice maça kilitlenmişimdir, nice maçı sabırsızlıkla beklemişimdir. Ancak bu maç hep bir adım önde olacak. Maçın başında Kuntz golü bulunca tribün delirmişti. Peşine bir gol daha bulduk, Fransız hakem topun çizgiyi geçmediğini söyleyerek golü vermedi. Hemen akabinde golü yedik. 2 gol daha attık, yavşak hakem bir de penaltımızı vermeyince 3-1 kazanmıştık ama elenmiştik. Formasını terletmeyen, mücadele etmeyen tek bir adam bile yoktu. Aumann’ı dahi bağışlamıştım, yediği o abuk gole rağmen. Ve hala hakemin tipi dün gibi gözümün önünde.

Valerenga maçında 17 yaşındaydım. İlk yarı bitiminde nasıl bir coşku yaşıyorsam, maç bittiğinde aynı coşku ayarında hüzün yaşıyordum. Çok ağlamıştım. Ne zaman ki bir babanın Şifo’ya feryadını gördüm, Şifo’nun mahcup bakışını gördüm. Çok şükür Beşiktaşlıyım dedim. Hangi Beşiktaşlı o görüntüyü sadece bir kere izlemiştir? Var mıdır gözleri dolmayan? Şifo’nun ne deseniz haklısınız derken paramparça olduğunu gözden kaçıran var mı? Şifo da eve gidince ağlamıştır değil mi diye düşünmeyeniniz var mı?



2000 senesindeki Galatasaray maçında üniversitedeydim. Zar zor bir mekanda yer bulmuştuk. Şifo ile öne geçmiştik. Fevzi, kurtarışları ile hayatının maçını çıkarıyordu. Nereden bilebilirdik gerçekten hayatının maçı olacağını. Fevzi, topları çıkardıkça, “Kartalım” sesleri yükseliyordu. 80. dakikada Halilagiç’in geri pasını ıskaladığında dudaklarımın arasından tek bir kelime bile çıkmadı. Oturduğum yerde çakılı kaldığım maçlardan biriydi. Fevzi’nin bir çocuk gibi ağlamaklı suratı içimi daha da çok dağlamıştı.

100. yıldaki Gençlerbirliği ile oynanan kupa maçı. İlhan Mansız’ın tek başına takımı sırtladığı, bembeyaz formasının her yerinin çamur olduğu, maç sonunda gözyaşları ile sahayı terk ettiği maç. Beşiktaş, mağlup duruma düştükçe skoru eşitliyordu. O gün yüzünün aldığı hal Beşiktaş’ın tanımıydı. Beşiktaş dergisi, o maçtan sonra çıktığı ilk sayıda İlhan’ın ağlarken çekilmiş fotosunun üzerine “Sen Ağlama” yazmıştı.



Bu maçlara daha niceleri eklenir. Sayıyı arttırmak da zorlanmayız. Tüm bunların ortak yanı mağlubiyetlerden sonra Beşiktaş’a sıkıca sarılmaya devam etmekti, daha çok kucaklamak. Sevdalısı olduğun takımın içersinde böyle oyuncular olduğundan gurur duymak. Canını yaksa da gönlünü almanın zor olmadığını bilmek.

Şimdi ne değişti peki? Sadece bu sezon değil, birkaç sezondur Beşiktaş’ın kimyası ile oynanıyor. Bu değişim üzerinde eğreti duruyor. Eğreti durduğu için eksik, topal sürekli. Mevcut başkan ve yönetimi ile, bu başkan sayesinde kulübe yakın duranlar ile Beşiktaş kimliğini kaybediyor. Beşiktaş, avuçlarımızın arasından kayıyor ve tutmaya yönelik tek hamlemiz yok. Tek dillendirdiğimiz her kaybedilen maç sonrası yazık oldu demek. Bizim için sezonun özetini sorsalar, bu iki kelimeyi söyleriz. Genele yaysak durumu daha vahim. Çünkü Beşiktaş’a yazık oluyor.

Benim kuşağımdaki Beşiktaşlıların hep bir hikayesi var. Nasıl Beşiktaşlı olduklarına dair. Baba, amca, dayı, abi motifleri ile süslü. Ya da ailede hiçbir Beşiktaşlı olmamasına rağmen, Süleyman Seba ismi sayesinde Beşiktaşlı olanlar var. Metin, Rıza, Gökhan, Ali, Feyyaz yüzünden Beşiktaşlı olanlar var. Onların, o dönem başarıları yüzünden değil sadece. Beşiktaşlı değerini layığıyla simgeledikleri için. Sınıfımda herkes Fenerbahçeli ya da Galatasaraylıydı, hiç Beşiktaşlı yoktu, bu yüzden Beşiktaşlı oldum diyen var.

Peki şimdilerde 10 yaşındaki bir çocuğu ne Beşiktaşlı yapabilir? Ancak aile büyükleri sayesinde. Ve o da geçmişin hikayeleri ile, zira günümüzden örnek vermek imkansıza yakın. Hangi çocuk YD var diye Beşiktaşlı olur? Ferrari’nin, Sivok’un gördüğü kartlar sonrası bunu hırsa, kaybetmeme arzusuna bağlayıp, Beşiktaşlı olmayı tercih edecek çocuk var mıdır? Takım kaptanı, ikinci kaptanını senede bir defa yumruklayınca bundan etkilenip, Beşiktaşlı olacak çocuk var mı peki? Bu adamlara canları sağ olsun diyebilmek mümkün değil artık benim için. Çünkü hentbol takımının tüm imkansızlıklara rağmen özverili mücadeleleri sırasında yaşadıkları kayıplarda, onlara canınız sağ olsun diyorum. Onlara bunu diyebilmişken, bu adamlara aynı şeyi söylemek hentbolculara haksızlık.


Yukarıda sayılanların hiçbiri bir çocuğu Beşiktaşlı yapmaya itmezken; Guti, Quaresma gibi isimleri takıma kazandırırken, Beşiktaşlı nüfusunu artırmak gibi bir girişiminiz de varsa, işler yolunda gitmediği anda ilk fırsatta homurdanacak kitlelerin önünü açarsınız. Bu kitlelerin birçok duygusu da her daim Beşiktaşlılıklarının önüne geçer. Ve Trabzonspor mücadelesi öncesi numaralı tribünden birkaç haysiyetsizin sergilediği tavra imza atarlar. Şu an için asla bütünü simgelemiyorlar. Ancak seslerinin bu denli pervasızca çıkması bile rahatsızlık vericidir. Tek uyum noktaları da şu anki başkan ve yönetim iledir. Böyle başkana, böyle taraftar!

3 yorum:

Ömer dedi ki...

Yazıyı okuyunca insanın aklından bir sürü şey geçiyor. Bir kere insanın kendisini bu kadar üzen bir şeye bu kadar körü körüne bağlanmasındaki deliliği ve akıl almazlığı anlıyorsun. Sonra harbi neler neler geçirdik ve vazgeçmedik sevdamızdan diyip, gururlanıyorsun. Sonunda da aşka gelip 'yaşattığın acının bile müptelasıyız' modunda takılıyorsun.

Hatta ben devam edip bir de 'herkese nasip olmaz Beşiktaşlılık' diyeceğim...

Not: 3-1'lik maçı canlı izleyememiştim. görüntülerini yıllar sonra youtube'da gördüm. sanki canlı izliyormuşum gibi kahrolmuştum.

Yaz Helvası dedi ki...

Yazı çok güzel olmuş, duygularıma tercüman olmuşsun. Bahsettiğin Metin Ali Feyyaz'lı dönemde bir çocuğun nasıl Beşiktaşlı olduğuna dair bir hikaye okumak istersen şu linke bakabilirsin:

http://bonlibero.blogspot.com/2011/02/sar-frtnann-aklma-dusurdukleri.html

Ben dedi ki...

Harikulade bir yazı olmuş. Hisler devraya girince beklenen de budur.
Mehmet Özdilek'in davranışı bizler için özel anlam ifade eden, desteklediğimiz takım için barındırdığımız duygulara destek vermiş bir davranış. Eğer ağlayarak,dert yanan taraftarla istikrar abidesi,özveri abidesi, beyefendi kaptan ilişki kurabiliyorsa -ki en zor zamanda- bu ''bir başka büyük'' olmanın işareti bizler için.
Beşiktaşlılık travmatik bir sevgidir. Ve en koyu aşk filmlerindeki yarı hastalıklı ama çaresiz,güçsüz aşık jöndür her bir Beşiktaşlı.